Ben, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında medeniyetten nasibini hiç alamamış, dünyevi nimetleri henüz tadamamış Karadeniz’in bir köyünde doğuldum. (Azerbaycan Türkleri bu kelimeyi en doğru haliyle böyle kullanır.) Oradan Doğu Anadolu’nun köy kadar olan bir kasabasına göç etmişiz. Köyümde ve bu kasabada insanlar kadar hayvan diye adlandırdığımız dostlarımızla da haşir neşirdik. Renklerine ve davranış biçimlerine bakarak onları adlandırır ineğimize sarı kız, çoban köpeğimize de duman derdik. Soframızda yerleri yoktu ama bizler yediklerimizi onlarla paylaşırdık.
Çünkü aileye dahildiler. Çocukluğumun bir kısmının geçtiği yer olan köyümde, sonraki kasabada ve Doğu’nun Paris’i denen Erzurum’daki toprak damlı evlerin ara sokaklarında korktuğumuz köpeklerden ben hiçbir kötülük görmedim. Korumakla görevli oldukları evlerin bahçelerinden arada bir havladıklarını duyar, korkardık ama bize zarar verdiklerine şahit olmazdık. Sanki onlarla aramızda gizli anlaşma var gibi barış içinde yaşar giderdik. Ne zaman ki büyük şehirlere geldik uysal zararsız köpekler bize düşman, biz de onlardan korkar olduk. Aramızdaki bu gizli barış bozuldu. Kapısından köpek eksik olmayan köy evlerinden gelen bizlerin ne kapısında ne bahçesinde ne de evlerin baş köşesinde onlara hiç yer vermedik. Ben evime köpek almayı hiç düşünmedim. Köpeği mekruh diye öğretmişlerdi bize. Fakat dini bütün bir mümin olan rahmetli kayınvalidemin oğlumun ısrarıyla bir köpek almasıyla başladı benim köpek hikayem.
2000’li yılların başıydı. Akşam yorgun argın eve gelince sebebini bilmediğim bir gizemli hava var gibi geldi bana. Aradan bir süre geçtikten sonra ayak dibimde bir karaltı görür gibi oldum. Önce kedi midir acaba derken minik bir köpecik bana doğru gelince bir an panikle kalktım. Uzun yıllar sonra ilk kez bir köpek bana dokunmuştu. Meğer bana sormadan oğluma Mısır Çarşısı’nda bir köpek satın almışlar. Bağırıp çağırınca o gece evimizde istenmeyen bir misafir olan bu köpeği ertesi gün aldıkları yere geri verdiler. Aradan yıllar geçti. Oğlum, eşiyle bir Bursa seyahatinde bir köpek almadan önce eşime telefon açarak “Biz bir köpek alsak, ara sıra bakar mısınız?” diye sormuş. Eşim de “Olur” deyince henüz üç aylık olan Amerikan Cocker cinsi dişi köpeği İstanbul’a getirdiler.
Bir iki derken Lady adını verdikleri bu ‘can’ın bakım ihalesi bize kalmış oldu. Çünkü oğlum da eşi de çalışıyorlardı. 2012 yılında başlayan bu misafirlikte bakımı eşim yaparken, gezdirmeyi de zorunlu olarak ben yapar olmuştum. İlk ayların acemiliği geçtikten sonra yanıma su ve kakası için poşet almak gerektiğini öğrendim. Florya gibi bir yerde Lady’yi başıboş sahipsiz koca köpeklerden korumak için bir de sopa taşımak gerekiyordu. Onu da aldım. Önceleri yerde, sonra koltukta yatan Lady, ilerleyen yıllarda benim yattığım yatağa terfi etti. İlk yıllarda acemilik yapıp mamasını fazla verince, onun 15 kiloya kadar çıkmasına neden olduk. 10 kiloya inmesi için yıllar boyu saman gibi diyet mama yedi, sabah akşam da Vetmedin adlı kalp ilacını kullandı.
Üç ayda bir traşa, yılda 12 kez aşıya ve hasta olduğu zaman Cerrahpaşa Veteriner Fakültesi’nin Avcılar’daki Hayvan Hastanesi’ne gittik geldik. Son gidişimiz iki hafta önce oldu. Kan tahlili, röntgen ve MR çekiminden sonra Lady’nin akciğerinde yumurta büyüklüğünde bir kitle var dediler ve raporları elimize verdiler. Rahmetli arkadaşım Volkan Konak’ın babası için söylediği “Ey gidi Cerrahpaşa” şarkısındaki o sözleri geldi aklıma. Biopsy dedikleri parça tahlilinin sonucu ise üç satırlık bir maille geldi. “Merhaba, hepatoselüler karsinom sonucu çıkmış. Onkoloji hocamız var burada, size randevu ayarlayabilirim. Gidişat ve kematerapi hakkında konuşabiliriz”.
Fakat, konuşamadık. İlk satırdaki kelimenin ne anlama geldiğini anlamadık ama onkoloji ve kemoterapi gibi kelimeleri görünce acı gerçeği öğrendik. Cerrahpaşa’nın kapısından bir daha gelip geçmemek için mutat gittiğimiz veterinerlerin kapısını çaldık. O yumurta kadar olan kitle 10-15 günde portakal kadar olup Lady’nin kilo kaybına, su içmemesine, yemek yememesine ve ishal olmasına neden oldu. Ya böyle devam edecek ya da bir operasyona tabi olacaktı. Nefes alamayan kızımızın ameliyat olmasına karar verdik. Bir gün önce zaten bir şey yemeyen ve su içmeyen kızımızı bir de 12 saat aç susuz bırakıp ameliyat masasına ellerimle koydum.
Dediler ki “Açar bakarız. Kötü huylu olan kitleyi alabilirsek birkaç ay daha yaşar. Yok temizlenmeyecek gibi bir durum varsa size kararınızı sorarız.” Ailece çıkıp açık havaya çıktık. Sanki boğuluyor gibiydim. En son babamın cenazesinde kana kana ağlamıştım. Orada da doya doya ağlayıverdim. Bir yerde oturup, gelecek iyi haberi bekliyorduk. Çok geçmeden o telefon geldi ve bu işin tıbbi olarak mümkün olamayacağı, kararımızın ne olduğu soruldu. Ona veda etmemiştik çünkü onu geri alacağımızı ümit ediyorduk. O zor kararı ailece verdik ve Lady’mizi sonsuz uykuya sevk eden iğnenin vurulmasını kabul ettik. İki saat sonra Lady’imizi kefenlenmiş olarak karton bir kutu içinde teslim aldık ve kara toprağın bağrına teslim eyledik. İki hafta içinde melek oldu uçtu gitti.
Uçtu derken aklıma geldi, senerlerce havacılık yazan birisi olarak Lady’yi 13 yıllık ömründe bir kez bile uçakla bir yere götüremedim. Kargo bagajına vermeye de gönlüm asla razı olmadı. Kabinde bizimle uçması için bir kez başvurduk “Köpeğiniz kafesiyle birlikte 10 kilo olmalı” diye kesip attılar. Almadılar Lady’imizi uçağa. Koli içinde teslim aldığım kızım Lady 10 kilodan azdı, bir kuş kadar hafifti. Getirseydim alır mıydınız uçağınıza? İyi uykular meleğim.